Fatih’in İstanbul’u fethederek dünya tarihinin akışını değiştiren Osmanlı padişahı olduğunu hepimiz biliyoruz. Fatih’i yalnızca siyaseten başarılı bir lider olarak değerlendirmek onun hayat hikâyesine ve ardında bıraktığı kültürel mirasa haksızlık etmek olur, diye başlayan hocamız, “Fatih, aldığı ileri seviyedeki eğitim ile kültür, sanat ve edebiyat alanlarında da lider olmuş isimlerden biridir” diyor.
Fatih’in Topkapı Sarayı’nda kurduğu kütüphanede İslâmî yazmalar dışında Grekçe, Latince, Ermenice, Süryanice, İtalyanca ve İbranice yazma eserleri de görüyoruz. Bunların bir kısmı muhtemelen Bizans’tan kalmış, bir kısmını ise Fatih, kopya ettirme, tercüme ve satın alma yoluyla Saray Kütüphanesi’ne dâhil ediyor. Halil İnalcık Fatih’le ilgili şöyle demiş:
Dukas’ın naklettiğine göre “Edirne Sarayı’nda iken Fatih’in gözüne uyku girmiyordu. Gece gündüz tek düşüncesi İstanbul’u nasıl alacağıydı.” Yine Dukas, Fatih’in gerekli hazırlıkları yaptıktan sonra da “gece gündüz tek düşüncesi gerek yatarken gerekse de sarayın bahçesinde dolaşırken nasıl bir savaş planı ve stratejisi uygulayarak İstanbul’u alacağıydı” demektedir. Nihayet iki ay kadar süren bir kuşatmadan sonra İstanbul 1453 senesinin Mayıs ayında fethedildi.
İsmail hoca şunu da belirtmek gerekir diyor: Fatih’in Batı medeniyetinin bilgi birikimini elde etmek için yaptığı faaliyetleri Saray’ın dört duvarının içine ve kendi özel hayatına münhasır olarak kalmıştır. Fatih’in tebaası ne resimle, ne Geç Antik Çağ felsefesiyle, ne de tarih ve kültürüyle ilgilenmiştir. Fatih de bu konuda hiçbir çaba göstermemiş, Saray dışında İslâmî ilimlere, İslâm kültürüne, sanatına, şiir ve edebiyatına vâkıf bir İslâm halifesi olarak davranmıştır.
Doğu kültürü ve İslâmî ilimlerle yakından ilgilenen Fatih Sultan Mehmed, daha gençliğinde Hocazâde Muslihuddin, Molla Gürânî, Molla İlyas, Sirâceddin Halebî, Molla Abdülkadir, Hasan Samsunî ve Molla Hayreddin gibi ünlü âlimlerden ders alıp çeşitli İslâmî ilimlerle ilgili kitapları tedris etmişti.
Nitekim 1471 yılında ünlü astronom ve matematikçi Ali Kuşçu, Fatih’in daveti üzerine kütüphanesini de yanına alarak birçok âlim ve zanaatkârla İstanbul’a gelince Ayasofya Medresesi’ne müderris olarak tayin edilmiş ve İstanbul’daki astronomi ve matematik alanındaki çalışmalara büyük bir canlılık kazandırmıştır.
Fatih, İslâm dininin ve kültürünün en önemli kaynaklarını Saray Kütüphanesi’ne kazandırmak için de büyük gayret göstermiş ve fetihten sonra Beyazıt’taki Eski Saray’da bir kütüphane kurmuştur. Belgelerde ve kaynaklarda bu kitapların muhafaza edildikleri yer belirtilirken genellikle “hazine” sözcüğü kullanılır. Öyle anlaşılıyor ki hazine sözcüğü, içinde kitapların ve kıymetli eşyanın bulunduğu bir mekâna işaret etmekteydi.
16.yüzyılda hazırlanan bir listede çoğunluğu Grekçe olmak üzere Saray Kütüphanesi’nde 120 İslâmî olmayan yazma eser bulunduğu belirtilmiştir. Bu eserlerin bir kısmı muhtemelen Bizans’tan kalmış, önemli bir kısmı ise yukarıda belirttiğimiz gibi Fatih tarafından kopyalanarak veya tercüme ettirilerek veya satınalınarak edinilmiştir. Dubrovnik Arşivi’nde yer alan bir belgeden Fatih’in, Veziriazam Mahmud Paşa vasıtasıyla getirtilen üç kitaba teşekkür ettiğini ve bir diğer kitabın da bulunup gönderilmesini istediğini öğrenmekteyiz. 1460-1480 tarihleri arasında sarayda 16 Grekçe eser kopyalanarak çoğaltılmıştı.
Bizans’tan kalma eserlerin Saray Kütüphanesi’ne intikal ettiği varsayımıyla 17.yüzyılın ilk yarısından başlayarak Batılı araştırmacılar, Rönesans dönemine ait bazı eserleri gün ışığına çıkarma ümidiyle bu kütüphaneye nüfuz etmek için çeşitli teşebbüslerde bulunmuşlarsa da uzun süre pek başarılı olamamışlardır. Kanuni Sultan Süleyman’ın 1526 yılında Buda’yı fethettiğinde Macar kralı Matthias Corvinius’un kütüphanesinden getirdiği geç dönem klasik yazarların edebî eserleri de yabancıların ilgi odağı olmaya devam etmiştir.
Fatih, Avrupa ve Asya’nın kavşak noktası olan İstanbul’u fethettikten sonra, bir taraftan İslam kültürünün gelişmesi için önemli faaliyetlerde bulunduğu gibi diğer taraftan da Batı dünyasıyla kültürel temasları geliştirmiş ve çeşitli ülkelerden birçok sanatçıyı İstanbul’a davet ederek bu şehri Doğu ve Batı kültürlerinin birleştiği bir merkez haline getirmeye çalışmıştır. Fatih, fethettiği Yunan-Roma medeniyetinin merkezinin geleneksel kültürünü reddetmek bir yana bu gelenek ve kültürden yararlanmaya çalışmıştır. Buna birçok araştırmada temas edilmiştir. Eski Yunan ve Roma’nın kültür mirasıyla da yakından ilgilendiği ve bu dillerde yazılmış bazı eserleri hem kütüphanesine kazandırmak hem de tercüme ettirmek için teşebbüslerde bulunduğunu biliyoruz. Bunlar arasında Arrian’in Anabasis of Alexander the Great yanında, Demetrios Kydones’in Yunancaya çevirdiği Thomas Aquinas’ın Summa Contra Gentiles adlı dinde sapkınlığın her cinsine karşı çıkan ve Katolik mezhebinin doğruluğunu savunan eseri de bulunmaktaydı. Fatih, Yunanlı bilgin Michael Aichmalotis’e de Ayasofya’nın yapılışı ile ilgili bir eser yazdırmış ve bu eser Türkçe ve Farsçaya çevrilmişti.
Muhtemelen Fatih’in Rum Ortodoks inancına ilgisi sebebiyle kaygı duyan Papa II.Pius, bir mektup yazıp vaftiz olarak Roma Katolik Hiristiyan inancını kabul etmesi için teşebbüste bulunmuş ve Osmanlı İmparatorluğu ile Hristiyan Avrupa’nın birleşmesinden doğacak bir imparatorluğun da hükümdarlığını teklif etmiştir.
Yine nakledildiğine göre Fatih, örnek aldığı Büyük İskender’in hayat hikâyesine ve eski Yunan tarihine büyük bir ilgi duymaktaydı. Babinger, Fatih’in hayalinin, Doğu’nun değil Batı’nın fethi ve Roma’ya kadar uzanıp hilâli Hristiyanlığın merkezine dikmek olduğunu söylemektedir.
Fatih Midilli Seferi’nde, 1462 yılında, Truva harabelerine uğrayıp Aşil ve Ajax’ın mezarlarını ziyaret etmiş ve Kntovulos’un naklettiği gibi, “Allah bana bu şehrin ve sakinlerinin intikamını alma fırsatını verdi. Yunanlılar, Makedonyalılar, Peleponisliler ve Teselyalılar geçmişte bu şehri yağmaladılar. Şimdi onların çocuklarından Asyalıların intikamını alıyorum” demesi eski Yunan tarihini bildiğini göstermektedir.
Topkapı Sarayı Kütüphanesi’nde bulunan Homeros’un İlyada’sından bir sayfa. Osmanli Uygurlig, Haz. Halil Inalcık-Günsel Renda, 1. Cilt, Ankara 2009, s. 592.
Yine Kritovulos’un naklettiğine göre Fatih Mora Seferi’nden sonra da Atina’ya gelmiş ve eski Yunan medeniyetinin kalıntılarını incelemişti.
Felsefeci Trabzonlu Georgios, Fatih’e yazdığı bir mektupta “Şüphesiz ki sen Roma imparatorusun. Roma imparatorluğunun merkezini kim elinde tutuyorsa o imparatordur. İmparatorluğun merkezi de Konstantinopol’dur” demişti.
Orta Çağ İtalya’sının Floransalı hümanistlerinden Francesco Berlinghieri, Batlamyus’un Coğrafya‘sını (Geography) manzum olarak İtalyancaya çevirmeye başladığında eserini (Septe Giornate della Geographia di Francesko Berlinghieri) Fatih’e ithaf etmeyi planlamış ve bunu da metin içinde “Bu kitabı şanlı, şerefli hükümdar, Tanrı’nın tahtının sahibi, imparator, Asya’nın ve Yunanistan’ın hâkimi Osmanlılardan Mehmed’e ithaf ediyorum”
90lı yıllarda bir güney İtalya goyamızda zeytinyağı tesislerini gezerken Bari şehrinde sahilde yemek yerken tesadüf ettiğimiz bir kara kedi üzerine oranın yerlisi bir İtalyan şöyle dedi: Kediler bizde sevilmez, gördüğünüzde büyük uğursuzluk sayılır. Çünkü eskiden sahillerimize gizlice yanaşıp şehirlerimizi yağmalayıp insanlarımızı tutsak eden Türk korsanları karaya çıktıklarında gemide fareler ve haşereler için besledikleri kediler de karaya çıkar ve süratle köye varıp sokak aralarında gezerlermiş. İşte bu kediler baskına uğrayacaklarının habercisilermiş.
Yine o yıllarda beraber çalıştığımız İtalyan proje müdürümü ziyaretinde karısının torununu terbiye için “Mamma Turca” (anacığım Türkler) diyerek uyardığını görmüştüm. Bizden öcü gibi korkarlarmış tarihte.
Fatih, fetihten hemen sonra saray dışındaki ilk kütüphaneleri kiliseden çevirerek cami ve medrese haline getirdiği Ayasofya ve Zeyrek ile Eyüp’te inşa ettiği külliyede kurmuştur.
Fatih, zamanının en önemli kütüphanesi İstanbul’da inşa ettirdiği Fatih Külliyesi’dir.
Ancak çeşitli belgelerden ve külliyeye ait vakfiyelerden anlaşıldığına göre Fatih Külliyesi’nde kütüphanenin oluşum süreci araştırıcılar tarafından anlaşılmadığından aynı anda kurulmuş birçok kütüphane fikri ortaya çıkmıştır.
Fatih kütüphanesinin ana koleksiyonunu Fatih Sultan Mehmed’in vakfetmiş olduğu 838 kitap oluşturmaktadır. II.Bayezid döneminde devrin bilim insanlarından Kâbilizâde, Hatibzâde, Musannifek, Alâiyelü Muhyiddin ve vüzerâdan Hasan Paşa bu kütüphaneyi yaptıkları bağışlarla zenginleştirmişlerdir.
II.Bayezid döneminde hazırlanmış bir katalogda, kütüphanedeki kitap mevcudunun 1241’e ulaştığı görülmektedir. Kanuni döneminin sonlarına doğru kütüphanedeki kitap sayısı 1770’e ulaşmıştır.
İtalyan şairi Giovanni Mario Filelfo’nun Fatih hakkında yazdığı kitabın önsözüne bunun bir nebze aksettiğini görürüz. Filelfo, bu konudaki düşüncelerini çok samimi bir şekilde mısralarına dökmüştür:
Her ne kadar içim yansa da iş başa düştü.
Gönül isterdi ki bu Latince mısralar farklı havadisleri anlatsın.
Venediklilerin Türklere galebe çalmasını
Ve Türklerin Asya’da eskiden olduğu gibi meçhulde kalmasını.
Avrupa’nın koruyucu ruhlarını rahat bırakmasını anlatayım.
Mehmet övgülerle yıldızların katına hak etmediği için çıkarılmış değildir.
Mars’in ve beyzadelerin övgülerine mazhar olarak dünyanın dört köşesinde namı anılır.
Her ne kadar tüm dünyada Mesih’e inananların
Ve papalık sarayının nefretinin odağında olsa da.
Latin milleti şüphesiz nefret eder bu adamdan
Tıpkı kadim Roma’nın Hannibal’e nefreti gibi.
Nicelerinin elleri yazmayı deneyecek süsleyip püsleyerek
Yenilmez Mehmed’in bu çağda yaptıklarını
Ve şimdi her ne kadar irademe karşı gelerek yazmış olsam da.
Düşmanı övmeye geldim istemeye istemeye.
Şüphesiz tüm bu işler sadece parası, pulu.
Karada ve denizde kum gibi askeri olan bir dehanın eseri değil.
Sultan Mehmed’in karakterini tarihsel gerçeklik içinde ve salt bilgi açısından değerlendirmek daima zor olacaktır. Çağdaşlarının Sultan Mehmed hakkında bize bıraktıkları bilgiler doğrultusunda, karakterinin ve kişiliğinin açık ve tam bir resmini çizmeye cesaret edemeyiz… Hakkında söylenen her şey, neredeyse tamamen ölçüsüz ve boyun eğmiş bir hayranlığın ya da nefretin ve husumetin, bilhassa Hristiyan âlemine yaşattığı acının ve sefaletin ifadesidir.